29 Mayıs 2009

iş arıyor çocuk!

Kardeşim bu ABD hakkaten enteresan bi yer. Niyesini sonra söyleyeyim.
Vimeo'da gezinirken Ross Ching diye bi elemanın filmlerine rastladım. Time lapse ve stop motion ile ilgileniyor arkadaş. (Dikkat edin spesifik ilgi alanı var. Başarıya giden yolu yarılamış). Hakkaten yaratıcı ve güzel filmler yapmış. Nasıl yaptığını da anlatmış. Eğer zamanım olursa onu da anlatacağım. (Bizim sıpa uyanmak üzere. Birazdan başıma gelip maka maka aç diye tutturabilir).
Filmlerinden birinin videosu aşağıda. Giderek tecrübe kazandığı için galiba en iyisi bu. Çünkü bu Ross daha geçen yıl mezun olmuş San Diego University'den. Başta sorduğum sorunun cevabı da bununla ilgili. Ross'un bir de sitesi var. Burada diyor ki: şu anda işsizim, iş veren olursa eşşek gibi çalışırım abi. (tam öyle değil de neyse..) Yahu herif hakkaten yaratıcı, üstelik yeni mezun olmuş. Ulan bi TV kanalı da herifi işe alıp iliğini kemiğini emse ya. Yoksa bu kriz Amerika'yı hakkaten çok mu fena vurdu? Bizde olsa elemanı alır, günde 28 saat çalıştırır, kablo taşıttırır, fikirlerini çalar, para diye sorunca da s.ktiri çeker vaye eline bi ticket tutuşturup gönderirler. Eleman da a.q. ben bu memleketin, komünik yapacaklar adamı zorla arkadaş der. Nereden biliyosun bunları diye sormayın!
Neyse uzatmayayım. Film aşağıda. Ha bu arada, bizim saç sakal uzatıp yaratıcıyım ayaklarıyla gezinen götoşlar da izlesin, utansın. Gavurun bebesi neler yapıyo diye. Ha senin yaratıcılığın nedir arkadaş diye de soran olabilir. Yukarıda bahsettiğim sıpa diyeyim, o kadar!

Death Cab for Cutie - Little Bribes from Ross Ching on Vimeo.

27 Mayıs 2009

bize vaad edilen gelecek nerede?


Martin Varsavsky Arjantin doğumlu, ABD'de okumuş, şu anda da İspanya'da yaşayan Yahudi bir girişmci. Telekomunikasyondan sağlığa, birkaç alanda çok sayıda şirket kurmuş, çok sayıda ödül almış bir işadamı. Aynı zamanda uluslararası ilişkiler konusunda da eğitim almış ve konferanslar veren, kısacası sözüne itibar edilen biri. Sadece bu özellikleri bile aşağıda bahsedeciğim bir makalesinin dikkate değer olduğunu gösteriyor.
Varsavsky'yi, bir arkadaşım facebook'ta bu makalesini paylaştığında keşfettim. Makalenin başlığı "Where is the future that we were promised?" (Bize vaad edilen gelecek nerede?)
"1945 yılında doğan birisi, hayatının ilk 30 yılında, 1975 yılında doğmuş birine göre çok daha fazla yeniliğe şahit oldu" diyor Varsavsky yazısının bir bölümünde. Ben de 1975 doğumlu biri olarak hemen düşünmeye başladım. Ben doğduğumda TV, telefon, saatte 300 km hız yapabilen arabalar, --Türkiye'de olmasa bile-- hızlı tren, uzay mekiği, antibiyotikler, elektrik!, ateş!, tekerlek! ve daha bir sürü şey icat edilmişti. Üstelik bunların çoğu geçtiğimiz yüzyıl içinde bulanan şeylerdi. Peki son 30 yılda hayatımıza yeni olarak giren ne var hiç düşündünüz mü? Hemen internet akla geliyor ama onun bile temelleri 60'ların sonunda atılmıştı. Bilgisayar teknolojisindeki gelişimin hakkını yememek lazım, kabul. Evet, bir de kablosuz iletişim, yani cep telefonları. Peki bunun dışında akla gelen yeni birşey? Hemen hemen yok gibi değil mi?
Hala aynı mantıkla çalışan motorların kullanıldığı arabalara biniyoruz. 1960'lı yıllarda yaşamış bir araba tamircisi, bugünün arabalarını da kolaylıkla tamir edebilir mesela! TV ve radyo yayınları hala aynı sistemle yapılıyor, hala aynı antibiyotikleri ve aynı ağrı kesicileri kullanıyoruz, organ nakli 30 yıl önce de vardı, giysilerimiz aynı malzemelerden yapılıyor ve insanoğlunun uzayda ulaşabildiği en uzak nokta ay!
Bundan 30-40 yıl önce yapılan uzay konulu filmlerde 2000'lerin başında insanoğlunun uzay maceraları konu edilirdi. (Hatırlayınız Kubrick'in Space Odyssey, Turist Ömer Uzayda v.s.) Demek ki o zaman Hollywood yapımcıları ve senaristleri bile 2000'li yılların başında ırkımızdan çok umutluydu. Fakat tüm bu umutlar boşa çıkmış görünüyor.
Tıp çok hızlı ilerliyor denir hep ama bilimadamları AIDS'e çare bulamadı ve kanserden ölen insan sayısı her geçen yıl katlanıyor. Enerji olarak da hala aynı şeyler kullanılıyor: nükleer ve fosil yakıtlar. Rüzgar ve güneş enerjisi üretimi ve haliyle tüketimi hala çok sınırlı.
Bizim okullarda okuduğumuz dersleri düşünün. Matematik, kimya, fizik... Son 50 yılda ders kitaplarında değişen bir şey var mıdır sizce?
Ekonomik anlamdaysa çok ileri seviyelerde görünüyoruz değil mi? Ama aslında gerçek öyle değil diyor Varsavsky. Bizim neslimiz, anne-babalarından ekonomik olarak daha kötü durumda olan ilk nesildir diyor. Haklı mı acaba? 50 yıl önce, --hatta Türkiye için o kadar da geri gitmeye gerek yok, mesela 20 yıl yeter-- bir ailede genelde sadece baba çalışır para kazanırdı. Oysa modern zamanımızda, genelde hem anne hem de baba (iş bulurlarsa) çalışıyorlar ve bir ev yada bir araba sahibi olmak için yıllaaaar boyu kredi/borç ödemek zorunda kalıyorlar. Eşden dosttan alınan borçlarla ev sahibi olan akrabalar şimdi nerede? Büyüklerimizin, "paranın kıymeti kalmadı" sözleri kulaklarınızda çınlıyordur eminim!
Peki bu zaman zarfında insanın kültürel değişimi nasıl oldu acaba? Sinemada bilgisayar teknolojisindeki gelişime bağlı olarak görsel efektler anlamında bir değişim inkar edilmese de, temelde konular aynı, teknikler çok benzer, hatta artistler/aktristler bile hala aynı. (Bkz. Altın Kızlar Türk versiyonu) Sinemaya gittiğimizde filmi izlediğimiz perde aynı mesela. Dijital bir ilerleme var ama bu beraberinde kaliteyi getirmiş değil maalesef. Yani ilerleme ancak elekronik alanında olmuş, optik anlamda değil. Birçok usta fotoğrafçı Leica'nın eski modellerini, dijital makinelere tercih ediyor mesela. Plastik sanatlarda da zaten radikal değişimler olması pek mümkün görünmüyor. Ama müzik konusu biraz kafa karıştırıcı.
Bir önceki postta müzik zevkimin değiştiğini, artık gürültülü müziğe çok da tahammül edemediğimi yazmıştım. Dinlediğimiz müzikler için de tuhaf bir durum söz konusu aslında. Ben ve birçok arkadaşımın anne/babası gençliğimizde dinlediğimiz müzik türlerinden nefret ederlerdi. Metallica, Guns n'Roses, Bon Jovi gibileri anne/babasıyla dinleyen kaç kişi vardır 30'lu yaşlarında olan? Ama bundan 15 yıl sonra, benim ufaklık 17 yaşında olduğunda, onunla birlikte Madonna dinleyebilirim mesela. (Tabii eğer hala yaşarsa, ki kadın Benjamin Button gibi sanki) Yada bir Beyonce, Black Eyed Peas, Britney Spears, hatta Justin Timberlake'e bile itirazım olmayabilir. En azından bir iki şarkı dinlerim. Neyse, mevzuyu fazla dağıtmayayım.
Sonuç olarak, aslında inovasyonun hızını/oranını ölçmek çok zor ama buluşların hızı azalıyor diyor Varsavsky, ki bence de çok haklı.
Bu enteresan yazının şu cümseliyle bitirelim: "Gençken dişime yapılan dolguyla ilgili yakındığımı hatırlıyorum. Dişçim, ben büyüdüğümde başka bir iş bulması gerekeceğini, çünkü o zamana kadar çürüklere karşı bir aşı bulunmuş olacağını söylemişti. Hani nerede diş çürüğüne karşı aşı?"
Yazının tamamına buradan ulaşabilirsiniz.

iyi müzik nedir?

İyi müzik insanın kendine yakışanı dinlemesidir! haha...

Sokakta yanınızdan geçen adamın suratına bakıp ne tür müzik dinlediğini, hangi grupları sevdiğini tahmin edebilir misiniz?

Ben bi ara rock filan takılıp duruyodum. Çok iyi bir rock dinleyicisi olmadım hiçbir zaman ama az çok eşlik edebilirim gençlik yıllarının verdiği hevesle dinlediğim rock şarkılara. Fakat 30'lu yaşlara yaklaştıkça, hele de geçtikten sonra artık (yaşlı tabiriyle) kafam kaldırmaz oldu. Gerçi hiçbir zaman death metal filan dinlemedim ama artık gürültü beni yoruyor. Son birkaç yıldır chill out, lounge v.s. daha çok sarar oldu beni. Neyse, uzun lafın kısası, Bush'un bu şarkısını belki biliyorsunuzdur. Ama bir de Cafe Del Mar compilation serisine koydukları bir n.o.w. remixi var ki, son birkaç yıldır bıkmadan usanmadan dinliyorum. Paylaşayım, iyi müzik neymiş göstereyim dedim!




26 Mayıs 2009

carolina, texas, las vegas v.s....


Bir süredir blog alemini incelemeye dalmıştım. Blog işine yeni başlayan birinin ilk yapması gereken bence bu. Bu kadar çok blog olduğunu ve bu kadar çok takip edildiğini hiç tahmin etmemiştim. Meğer neler varmış neler... Blog işi geleceğin işi benden söylemesi!
Gezinirken bir sürü şey buldum ve bu arada tabii yazacak şeyler de birikti. Fakat bu sabah rastladığım bir siteye göz atmınızı özellikle tavsiye ederim. (İngilizce şart!)
Archives of Turkish Oral Narrative yada Türk Öyküler Sandığı... Halk hikayelerinin, fıkraların ingilizceye çevrilmiş hali. Bayağı matrak şeyler var. Listenin en sonunda (yok sondan bir önce) lazların Amerika'yı keşfi ve yer isimleri konusundaki geyik de var. İşte bir örnek:

A large segment of Lazes never went far beyond their landing place in northeastern United States. One day when they were entertaining themselves with songs and dance, their sounds grew into an uproar. Finally a prominent member of that group stepped forward to caution his kinfolk about all the noise they were creating. He said, "Yeter, bu ne yaygara?" Someone retorted, "ne yaygara? [what hullabaloo?] should be the name for this place." In time, ne yaygara became the name of a great waterfall, Niagara.

07 Mayıs 2009

yanlış anlaşılmasın

Bir önceki postta b.k attığım kişi Seda bacım değil, stüdyo bacılarıdır. Kimse yanlış anlamasın, ben Seda bacımı takdir ediyorum. Yalnız Gökhan Güney kündeye alırken yaptığı o el kol hareketleri nedir öyle ya...

önceleri ... derler, sonra hanımefendi olursun!

Televizyonları izledikçe bu başlıktaki laf aklıma geliyor hep. Ulan bizim millet harbiden toptan alzheimerlı. Yani sadece unutkanlık değil; mantıklı düşünme kabiliyeti de yitip gitmiş. Açın ünlü Türk düşünürü Seda Sayan bacımın sabah sabah programını, bunu göreceksiniz. Bundan 20 sene önce bu ablaya küfredenler, onun bunun çocuğunun anası diyenler, şimdi b.kunda boncuk bulmuş gibi seviniyolar hatun stüdyoya girerken. Şimdi bakın bakalım aşağıdaki videoya! Alkış manyağı ikiyüzlü stüdyo ablaları bunu 20 sene önce izlediklerinde ne demişlerdi acaba bi tahmin edin.
(Aslında ünlü Türk düşünürü Seda bacımın dediği gibi: herkes kendi kalbinin ekmeğini yer) Sen neyi yiyosun diye sormazlar mı adama?
Ha bu arada, ilk yardım nasıl yapılmaz, onu da öğreniyoruz videoda...

06 Mayıs 2009

yemekteyiz bunu da yaptı

Sonunda bu da oldu! Yemekteyiz denen show programının yapımcıları hayallerin sınırlarını zorladılar ve belki de Türk tv tarihinin en enteresan yarışmacısını buldular. Bu haftanın yarışmacısı Urfa'da yaşayan bir İsveçli kadın. Bildiğin sapsarı İsveçli. Hem de kendisi Urfa şivesiyle Türkçe konuşuyor. İnanılır gibi değil. Victoria birkaç yıl önce karayağız Urfalı bi elemanla evlenip buraya yerleşmiş. "Gidiyem geliyem" diye konuşuyor ve bir gelin olarak damadın ailesinin kendisinden beklediği herşeyi yapıyormuş. Urfa yemekleri dahil! Ne acayip memleket olduk ya! Aşk nelere kadir? Peki şimdi soruyorum: İsveçli 1.90'lık sarışın mavi gözlü bi herif, Urfalı bir Türk kızına aşık olup onunla evlenmek ve Urfa'ya yerleşmek istese ne olurdu? Baltacı Mehmet Paşa Çariçe Katerina'yı yedi mi yemedi mi? tartışması gibi bişey. Hep gavurdan kız mı alıcaz, de mi ya?

ingiliz rap

Daha evvel bu İngiliz grup The Ting Tings hakkında yazmıştım. Hatta bir videolarını bile eklemeye başarabildim buraya. Şimdi daha da ileri gidip buraya bunların başka bir şarkılarının (Victoria's Secret defilesinde çalan) audiosunu ekledim. Ama cover hali. Başka bi İngiliz rapçi Tinchy Stryder diye bi herif. Bu herif şu ara UK top 40'de başka bi single ile bir numara. Ama bu cover İngiliz aksanlı rapin de eğlenceli olabileceğini gösteriyor. Bu arada, beni okuyan var mı? Bakın ne hizmetler sunuyorum. Hatta beleş online müzik sitesi de sunuyorum burada. Gayet başarılı...

05 Mayıs 2009

ilk zafer


The Ting Tings & Estelle - Medley (Live at The Brit Awards)
Yükleyen wonderful-life1989

Aha da budur! İki post önce beceremediğim şeyi, şimdi canım arkadaşım Umur sayesinde başarabildik. Yani o yaptı. (Specials thanks to Umur!) Kendisi bunun karşılığında benden Amazon.com'dan kitap istiyor ama canı sağolsun. Birgün o da olur elbet. (Daha çok bekler!)

Çok sesli Türk halk müziği korosu

Hazır bloglamaya müzik mevzusundan girmişken, TV'de son zamanlarda dönen bir reklam hakkında yazayım dedim. Hani bir klima reklamında "aramızda dağlar var" türküsünü söyleyen bir koro var ya, işte o koro ve o reklam bana çocukluğumu hatırlattı. Daha TV tek kanallıyken (ne klişe ama!) ve de gündüz yayınları yokken, evdeki tek ses TRT'nin radyosuydu. Ben daha ilkokula başlamamıştım galiba, yada başlamıştım ama sabahçıydım galiba. Annemin gün boyu yemek yaparken, arkadaşlarıyla laflarken filan hep açık olan radyodan genelde hatırladığım şey çok sesli Türk halk müziği korosu. Şimdi de türküleri, ama TRT formatındaki türküleri, sevmenin nedeni o sanırım... (Freud haklı mı ne?) Bak şimdi hatırladığım bişey daha var. Pencere kenarındaki kanepede oturduğumda yüzüme vuran sıcak güneş. Dışarısı -20 derece filanken (Erzurum) 24 saat deli gibi yanan kalorifer sayesinde (devlet baba sağolsun) yanaklarımın yandığını hissederdim. Bir de Erol Evgin... Ya ne çok çalarlardı adamın şarkılarını. Galiba o zaman başka popçu yoktu memlekette. Ha bir de, yanlış hatırlamıyorsam, anneannemin ördüğü bir pantolonum vardı. Enine kalın çizgili turuncu-sarı renkte bir pantolon. Ulan ne zevksizmiş be! Çocuğuz ya, itiraz da edemiyoruz. E o zaman zaten perakende sektörü de çok gelişmiş değil. Mecbur giyiyordum. İki dakikada ne çok şey hatırladım! Sağolasın Alarko Carrier! Bu arada, yukarıda foto Fuat Lehimler yönetimindeki TRT Erzurum Radyosu Türk Halk Müziği korosunun ta kendisidir.

04 Mayıs 2009

ilk başarısızlık

Videoyu buraya eklemeyi beceremedim. Yuh olsun bana! Bu kadar da tekno özürlü olunmaz ki kardeşim. En azından linkini vereyim bari. Malum, youtube yasak güzel ülkemde. O yüzden üşenmedim başka siteden link veriyorum. Hadi yine iyisiniz!

http://www.dailymotion.com/video/x8fann_the-ting-tings-estelle-medley-live_music

bloglamaya başladım

Ben de bu blog işine daldım. İddia ediyorum en kral blog benimki olacak. İlk iş olarak az önce izlediğim bir videoyu takdim ediyorum. The Ting Tings yeni favorilerimden. Kendileri iki kişilik bir İngiliz grubu. (İngilizler müzik işini beceriyor kardeşim!) 2009 Brit ödüllerinde Estelle ile (ki ben genelde siyahi Amerikalı kadın şarkıcılardan pek hazzetmem) müthiş bir düet yapmışlar. Düet olur mu yaw? Üç kişi oluyolar. E ne oluyo o zaman? Neyse.. gayet güzel olmuş!