22 Haziran 2009

boom sheke nana...


Bundan 25 yıl kadar önce bir arkadaşımın babası TV'de ilk kez izlediği Belkıs Akkale'nin meşhur biri olacağın söylemişti. Adam bildi. Belkıs Akkale birkaç sene içinde "türkü bacı" oldu.
Şimdi, naçizane (doğrusu budur, böyle yazılır) benzer bir kehanette bulunup, yeni bir şarkıcıdan bahsedeyim dedim. Belki de çok büyük bir kehanet olmayacak ama yine de yazayım. Adı Sinem Saniye. (Berbat bir sahne ismi değil mi? Aslında Sinem Varoğlu imiş ama niye Saniye yaptıysa artık) Ama sesi şahane. Bu ara "are we in love" videosunu MTV'de görmüş olabilirsiniz. Görmediyseniz bi zahmet dinleyin, popjazz sevenler bana hak verecektir. Klibi ilk gördüğümde kızın Türk olabileceğini hiç tahmin etmemiştim, taa ki altta ismini görünceye kadar.

Müziği biraz pop, biraz caz, biraz bossa nova, biraz oriental melodiler. Bunlar harman olunca ortaya güzel bir albüm çıkmış. Albümün adı "when I don't sleep". Başlıktaki de, yani "boom sheke nana", biraz tuhaf bir şarkı ismi ama güzel. Albümün tamamına yakınını dinledim. Internet sağolsun. Zaten Sinem de myspace sayfasına büyük kısmını koymuş. Bu kızda iş var dedim dinler dinlemez. Zati kendisi ödül filan almış yarışmalarda Amerika'da. Avantajı (ve zaten böyle müzik yapabilmesinin nedeni) 3 yaşından beri New York'ta yaşıyor olması bence. İnşallah hatun kızımız enternasyonel düşünür, öyle çalışır da, heba olup gitmez. Niye böyle düşünüyorum peki? Çünkü ablam bir röportajda Türkiye'ye gelip müziğini tanıtmayı, konser vermeyi çok istediğini filan söylüyor.
Umarım bu yazımı en kısa zamanda okur. Çünkü kendisine bir çift lafım var: "Kızım sakın gelme buralara! Uzak dur Türkiye'den. Ya anlamaz buradaki hıyarların çoğu senin müziğinden, ya da kısa yoldan para yapma hevesine kapılıp, burada kısılır kalırsın! (Bkz. Hadise) Halbuki sen bir Norah Jones olabilirsin, ama biraz çirkinsin be kızım!" Son kısmı biraz acı oldu ama gerçek bu.
Şuraya bi resmini koydum, bir de "boom sheke nana"yı. Bi dinleyin, bakalım sevecek misiniz?

Boom Sheke Nana - Sinem Saniye

Maalesef şarkının full versionını bulamadım. Onun yerine MTV'de dönen klibi koyayım bari. Ama telafi edicem, söz!

19 Haziran 2009

günün şarkısı

Günün anlam ve önemine binaen...(Malum yatıyoruz kalkıyoruz İran!) Marjan (Mercan) İran'lı bi şarkıcıymış...Bakalım hatırlayan olacak mı? Sanırım Ajda Pekkan Türkçe olarak söylemişti bunu. Onu da aradım ama bulamadım. Bilen, bulan varsa bi zahmet...

süper bi icat...mı?

Ey reader,
Bloglararası gezintimde yeni bir widget buldum. Eğer Türkçe bilmiyorsanız! hemen sağ tarafta bu çeviri hizmetinden faydalanabilirsiniz :)
Google her b.ka elini atıyor, çok faydalı şeyler yapıyolar ama bu kez fena cortlamışlar. Ulan adam böyle bi çeviri hizmeti vermeye utanır be. Hani Fransızca-İngilizce arası çevirilerin kalitesini bilmiyorum ama İngilizce-Türkçe arası çeviriler bi halta benzemiyo. Arkadaş, (Larry, Sergey size sesleniyorum ulan) böyle bişeyi hiç koymasan daha iyi. Yapıyosan tam yap, yada hiç yapma! Yok yok, hiç yapma daha iyi. İşsiz filan kalırız hafazanallah!
Bu arada, İngilizce çevirisine baktım da benim sayfanın, bi önceki postun başlığını görünce çok güldüm.
Bunda sonra böyle, ey reader! :)

16 Haziran 2009

artık mekan da tanıtıyorum ey okuyucu...

Bugün blogum hakkında ilk kez övgü aldım. İş arkadaşım Gökçe aynen şunu söyledi: "Senin blogun güzel ya. Değişik şeyler yazıyosun..."
Aldığım gazla hemen bir post daha gireyim dedim. Bu kez bir mekan tanıtımı yapıyorum sevgili okuyucu. Aslında bu yazıyı Pazar günü yazacaktım ama fırsat olmadı. (Pazar günü ne yaptım ki fırsat olmadı diyorum. Hiiç. Haa, çalışıyodum ya lan!)
Neyse konuya gireyim. Yeni mekanımızın adı Nada.
Tunus Caddesi'ndeki mini minnacık ilk yerden sonra, Çayyolu'nda biraz daha büyüdü, abi oldu sanki. Cumartesi gecesi açılışı vardı. Patron da taaa liseden arkadaşım olunca davet edildik söylemesi ayıp. Neyse yediğim içtiğim benim olsun, Nada Çayyolu nasıl olmuş onu alatayım.
Bi kere büyükçe bir bahçesi var, bir kısmı çim, bir kısmı ahşap. Dekorasyon güzel gibi görünüyor. (Açılış gecesi olduğu için çok kalabalıktı ve haliyle mekanda herşey daha tam yerli yerine oturmamıştı) Yani bahçe yaz akşamları için harika görünüyor. Park caddesi denen tiki mekanına yakın ama azcık mesafe olduğu için izole gibi. Bence avantajı, öyle tiki bi yer olmayacak gibi aynı zamanda. Yani en azından 18-20'lik Abercrombie t-shirtlü bebeler buraya gelmez herhalde.
İçeriyi açılış gecesi izdihamda pek göremedim ama açılıştan birkaç gün önce gördüğüm için söyleyebilirim ki, buranın favori konumu şömine önü olacak. Geniş ve rahat koltuklar kışın çok iş yapar diyorum ben. Dekorasyonda gri ve pastel renklerle "eskitilmiş havası" hakim. (Ulan baya baya gazete dergilerde mekan tanıtımı yazan lavuklarınki gibi oldu be)
Bir de üst kat var ama orası da yaz sezonundan sonra aktif olacakmış. Patron öyle dedi. Yemekler de güzel olacaktır, eminim. Ne de olsa tecrübeliler bu konuda. Açılıştan önce gittiğimde yemekleri deniyolardı. Burgerler güzel olacak gibi. Menüyü tam olarak bilmiyorum ama burger ve pizza menüsünün yanında, meraklısı için tavşan b.kuyla rafine edilmiş, manda kaymağında pişirilmiş mantar piazella benzeri şekil yemekler de olacaktır kesin. (Biraz fazla mı abarttım ne!)
Peki ya fiyatlar? diyeceksiniz. Şöyle söyleyeyim, Park caddesinde olduğu üzere kol gibi geçirmeyeceklermiş. Daha makul olacakmış.
Peki buranın farkı ne olacak? Benim için "arkadaşımın yeri, arada bir gider takılırım"ın dışında bişey olacak burada. Pazar günleri kahvaltı (yani brunch herhalde, gerçi artık her yerde var, hatta Kızılay'da 25 çeşit kahvaltı+sınırsız çay 2 lira gibi über kampanyalar bile gördüm) veeee mangal var. Çok mangalcı bi adam değilim ama güzel olur o bahçede kesin. Bir Pazar öğleden sonre ekipçek gidilirse eğlenceli olur derim ben.

bu çocuk beni öldürecek!

Sıpadan bahsediyorum. Bu çocuk gerçekten bir gün beni öldürecek galiba! Artık her telefon çaldığında "Allah'ım kötü bi haber olmasın, ne olur!" diye açıyorum telefonu. Henüz 2 yaşında olmasına rağmen o kadar çok vukuatı var ki!
Son olay yine kalbimize indiriyordu. Beyefendi bu kez de kendini banyoya kilitlemiş.
Sabah yine Başkan'ın telefonuyla olay yerine koştum. Sıpa uyandıktan sonra banyoya girmiş, kapıyı kapatmış, bi de üzerine kilitlemiş. Ulan, sen daha çişini kakasını bezine yapan bi bebesin, ne diye banyo kapısını kilitliyosun? Ama işte içeriden çığlıklarını duydukça da kalbim ağzıma geldi. Başkan kapının bi tarafında, sıpa diğer tarafında ağlıyo, bağırıyo. Neyse ki bizimkilere (peder-valide) yakın oturuyoruz da hemen yetişmişler benden önce. Gittiğimde peder hala kapıyı yıkmaya uğraşıyodu. Bi yandan da bütün kilit sistemini sökmüş, kapıyı dövmekle meşguldü. Neyse, çok geçmeden kapıyı açabildik. Sıpanın ağlamaktan gözleri şişmiş (anasına çekmiş), salya sümük birbirine karışmış. Çıkar çıkmaz bana sarıldı, kafasını omzuma koyup ağlamaya devam etti. Çok dramatik bi sahne!
Neyse oyaladık biraz, bak kammon geçiyo, bak otibis geçiyo filan derken sakinleşti. Sonra Başkan geldi, 'gel buraya eşşek sıpası' diyip kucağına alır almaz bizimki bi daha başladı. Ana-oğul biraz daha ağlaştılar filan. Bu arada bütün bunlar yaklaşık 20 dakika içinde oluyor. Sabah sabah trajik mi desem, trajikomik mi desem bi olay daha yaşadık.
Bu olay bizim sıpanın 2 yıllık hayatında kim bilir kaçıncı vukuatı. Kaç kere düştü, kaç kere bişeyleri kırdı, kaç kere gelen bi telefonla eve koştum, daha şimdiden bilemiyorum. Dün bi laf etmişti, ben bunu kesin bloga yazarım diyodum, gerçekten bu olay vesile oldu şimdi. Yıllar sonra belki bunları okuyacak, "ulan ne haylaz bebeymişim, annemle babamın ağzına s.çmışım afedersin" diyecek.
Neyse dün bu arkadaş benim söylediğim birşey üzerine, sanırım komiklik olsun diye, "Baba beni öldürüyosun be!" demişti. Şimdi ben bu lafı kendisine aynen iade ediyorum.
"Sen beni öldürüyosun eşşeğin sıpası!"

Not: Bu arada banyo kapılarını sadece içeriden kilitlenecek şekilde yapan tasarımcının, dekoratörün, kapı imalatçısının, artık kim varsa ........ Hemen buna bi çare buluyorum.

11 Haziran 2009

bebek mi? çocuk mu? adam mı?


Geçenlerde sıpa uyusun diye yanında yatıyorum. Arkadaşın uykuya dalması minimum 30 dakika olduğu için dikkatini çekecek şeylerden uzak durmak gerekiyor. Buna konuşmak da dahil, hatta en başta o geliyor.
Ama o bıdı bıdı bişeyler anlatıp duruyor. Cevap vermiyorum. Birşeyler soruyor, anlatmaya devam ediyor, cevap vermiyorum. Kalkıyor, oturuyor, konuşmaya devam ediyor, susuyorum.
En sonunda dayanamadı galiba. "Ya baba dinlesene" dedi. Benden yine ses yok. Devamında beni afallatan, ardından da koparan o cümle geldi.
"Ya baba dinlesene adamı!"
Bu bebe henüz 2 yaşında yaaaaaaaaaaaa!

günün müziği

10 Haziran 2009

vasiyetimdir


Evet, bu bir vasiyettir! Öldüğümde beni buraya, yani Çıralı'ya gömün. Hatta ölmeden önce de götürüp beni buraya atabilirsiniz, itiraz etmem.
Geçen hafta Başkan'la birlikte (Başka bizim evin başkanı, yani zevcem) bir Antalya seyahati yaptık. Sıpayı da attık anneanneye, günübirlik bi kaçamak yaptık Çıralı'ya.
Çıralı'yı bilen biliyordur, bilmeyen için nasıl gidlir ne yenir ne içilir uzun uzun anlatamam. Neticede seyahat yazarı değilim ya! Bilmeyen varsa internetten bulsun. Ama yine de kısaca özetleyeyim. Dünyanın belki de en güzel denizi ve kumsalı burada, tam da Olympos antik kentinin dibinde. Hatta bir keresinde The Times dünya üzerindeki en güzel dördüncü kumsal seçmiş Çıralı'yı. Hemen yanı başındaki Olympos'a göre daha az biliniyor. Keşke hiç bilinmese de sadece bana kalsa!
Giderek daha fazla tanındıkça, daha çok insan buraya geliyor. Sadece tatil için değil, tamamen buraya yerleşmek için. Hani gazetelerde okuruz, ya da bir arkadaşımızdan duyarız ya, filanca ünlü ya da falanca bilmemkim tası tarağı topladı, bıktı büyükşehir hayatından, küçük bir sahil kasabasına yerleşti diye. (Nitekim bu hemen hepimizin hayali galiba) İşte ben bunlardan biriyle tanıştım Çıralı'da. Kanlı canlı karşımızda oturdu, sohbet ettik. Şehir efsanesi değilmiş bunlar.
Adı Funda. Kendisi yedi yıl önce İstanbul'da büyük bir şirkette yöneticiyken, bırakmış herşeyi bir gün, sonra da Ege ve Akdeniz sahillerini dolaşmaya başlamış yaşayacak bir yer bulmak için. İki yer belirlemiş önce kendisine: Kabak Koyu ve burası. Sonra tabii ki Çıralı'da (aslında Olymos'ta) karar kılmış. Yedi yıldır burada yaşıyor. Altı ay Çıralı-Olympos, altı ay İstanbul, Tayland, Kamboçya, Sri Lanka, Hindistan, Allah ne verdiyse geziyor. Hikayesi biraz daha uzun ve ayrıntılı aslında ama tembellikten hepsini yazamayacağım şimdi. Peki, dedim, bu değirmen nasıl işliyor? Çok paraya gerek yok ki, dedi. Uzakdoğu'da öğrendiği terapi masajı ufak ufak geçimini sağlıyormuş. (İç ses: Başka birşeyi vardır onun, aileden filan geliyodur kesin, yoksa nasıl geçinilir yav masajla) Uzakdoğu felsefesiyle filan da ilgileniyor galiba. Arkasından dedikodu yapıyor olmayayım ama hafiften uçuk gibiydi:) Mesela Hindistan'da dört ay kalmış. Sadece yarısını gezebildim, dedi. Bu biraz ipucu verir galiba kendisi hakkında. Bu Funda'dan bi arkadaşıma bahsettiğimde bana enteresan bi soru sordu. Peki, dedi, mutlu mu görünüyordu? Önce bi düşündüm. Yahu hakkaten mutlu muydu? Çok da mutlu görünmüyordu. Belki yalnızlıktan sıkılmıştır bilmiyorum ama huzurlu görünüyordu. Yüzünde bi huzur ifadesi vardı. En önemlisi de bu galiba.

Funda'ya daldım, konuyu dağıttım. Çıralı'yı çok da övmeyeyim ki, gitmeyin. Kirlenmesin, kalabalık olmasın oralar istiyorum. Ya da neyse gidin görün. Ama kirletmeyin, iyi bakın ne olur! Ha bir de gitmişken Karakuş Restoran'a uğrayın, Ayfer ile Zeynep'e selam söyleyin.