28 Eylül 2009

enteresan şeyler

Değişik şeyler öğrenmeyi seviyorum. Değişik dediğim de pek işe yarar şeyler değil. Beynim biraz çöplük gibi. İşe yaramayacak bol miktarda bilgi var. Cep telefonları çıkmadan evvel hemen her evde bulunan kişisel telefon rehberlerinden bizde de vardı ve ben bu rehberin neredeyse tamamını ezbere bilirdim. Annem rehbere bakmaya üşenir, arayacağı arkadaşlarının telefonlarını bana sorardı. İlk işe başladığım yıllarda müdürüm abartıp kendi arkadaşlarının numaralarını bile bana sorardı. Galiba abartan o değil benmişim!
Artık yaşlanıyorum ya, o yüzden bu tür hafıza zorlayıcı şeylerden uzak durmaya çalışıyorum. Neticede hard diskin de bi kapasitesi var. Ama yine de en az 100 ülkenin başkentini filan sayabilirim çok rahat. Ya da umulmadık anlarda tuhaf (ama gereksiz) bilgiler verebilirim sohbet sırasında.



Bunlardan birini bugün öğrendim. Turkish Taffy markasını duymuş muydunuz hiç? Valla ben duymamıştım ama Amerika'nın en meşhur şekerlemelerinden biriymiş. Fakat ne yazık ki artık, 1989'dan beri, üretilmiyor. Zamanının yani 1950ler ve 60lar'ın en kralıymış çünkü diğerleri gibi ağızda hemen erimezmiş. Amerikalılar o yüzden severlermiş.
Yahu, dedim, iyi de neden "Turkish"? Küçük bi araştırma öğrenmeme yetti. (İşte interneti bu yüzden seviyorum. Daha çok gereksiz bilgiye daha kolay ve çabuk ulaşabiliyorum)
Meğer bunun kurucusu Victor Bonomo diye bi herifmiş ve bunun babası Albert J 1800'lerin sonlarında Türkiye'den ABD'ye göçen bir Sefaradmış. (Sefarad nedir bilmeyen de araştırsın, herşeyi benden beklemesin)


"It was not really a taffy but what is technically known as a short nougat," explained Tico Bonomo, Victor's son. Nor was it Turkish. "It was not a family recipe and the name we chose, 'Turkish Taffy,' just reflected clever marketing," he said.

Burası enteresan değil mi? Turkish Taffy adını seçmek, aile için bir pazarlama taktiğiymiş meğer o zaman. Acaba neden? Onu da ayrıca araştırmak lazım derim ben.

HIMYM is back!


Valla aynen böyle diyolar, benim bi suçum yok. Bu Amerikalılar herşeyin kısaltmasını kullanıyor ya, HIMYM diyolar How I Met Your Mother'a...
Evet başladı, yani başlamış geçen hafta da haberim yokmuş. 21 Eylül'de 5. sezonun ilk bölümü yayınlanmış. Hemen internetten izledim. Ne kadar özlemişim!
Bugüne kadar en çok beğendiğim ilk üç dizi içinde.(Diğerlerinden biri de Coupling olurdu herhalde) Zaten eskiden beri izlerdim ama geçen kış oturdum, başından itibaren tüm bölümlerini 2-3 gün içinde bir kez daha izledim. Müthiş bir mizah!
Son bölümde yine yıkıcı diyaloglar vardı. "Door five" gibi... (İzleyen varsa anlayacaktır)
Barney Stinson karakteri TV tarihinde zekice yaratılmış en sempatik karakterlerden biri. Ted'e hafif uyuzum ama olsun. Dizi müthiş, kurtarıyor!
Yaşasın! Artık Salı günleri izleyecek birşey var!

25 Eylül 2009

ayağımı yerden kesenler

Birkaç gündür sıpayla aramızda geçen ve ayağımı yerden kesen bi diyaloğu daha yazmak istiyordum. Ama körolası blogger yada telekom yada dns arızası, her ne boksa, sana girmeme izin vermedi blogcan. Neyse uzatmayayım, anlatayım, sen de dinle:
Mekan: mutfak
Olay: sıpa tezgahta gördüğü antep fıstığı ezmesini çikolatalı gofret sanıyor
-------
- Baba çukatalı istiyorum ben.
- Oğlum o çukatalı değil. Fıstık ezmesi.
- Pıstık ezmesi istiyorum ben.
- Al bakalım.

(İlk lokmadan sonra)
- Beğendin mi oğluş fıstık ezmesini?
- Hıhı. Ama o pıstık ezmesi değiiil.
- Ne peki?
- Yeşil çukatalı.
- Peki öyle olsun.

(Bir iki lokma daha sonra bizim sıpa dünyanın en mutlu bebesi)
- Çok mu sevdin oğluşum. Bi tane daha vereyim mi?
- (Sevinçten zıplıyor) Ya baba.. sen ne güzel adamsın baba yaaaa....
- !?!? (Bittiğim andır)

Not: Hayır, çocuğu aç bırakmıyoruz. Kendisi tatlıya bayılıyor. Babası kılıklı!

attır bi ney taksimi ordan.....

- Ben bugün ney aldım!
- Ne aldın?
- Ney aldım!
- Ne aldın söylesene?
- Ya ney aldım diyorum.
- Ney mi? O da nereden çıktı?

Başkanla aramızdaki diyalog böyleydi. Gerçi benim biraz hinliğine yaptığım vurgular sayesinde böyle gelişti ama yine de ney almama şaşırdı.
Evet blogcan, ney çalmaya, pardon üflemeye başlıycam. İlk denememde ses çıkarmayı başardım. Hatta neyi bana satan adam, yanımızda duran birkaç kişiye beni alkışlattı bile. (İçimdeki yetenek dışarı fışkırmak, akmak istiyor ey reader!) Havaya girdim, neyzen oluyorum galiba lan!
Geyik bi tarafa, hakkaten uzun yıllardır ney sesine hayranım ve günün birinde ben de ney üflemek istiyorum diyip dururdum. Tasavvufa birazcık ilgil vardı, ney sesi de zaten onu bütünleyen bişey. Neysiz tasavvuf düşünülemezmiş gibi geliyor bana.
Yalnız, ben bu aleti alırken ses çıkattım ya, eve gelince de artık bi taksim yaparım diyodum.
Eve geldim. Hemen çıkarttım paketinden. İlk deneme: fiyyyy... İkinci deneme: fuyyyy...
-Noluyo lan? Niye ses çıkmıyo? Lan yoksa herif beni kazıkladı mı? Bana üflettiği ney aslında çok özel bişeydi, nasıl üflersen üfle ses çıkarıyodu da, bana farklı neyi mi sattı.

Tabii o kadar değil ama bozuldum valla. E hani becerebilmiştim, hani ses çıkarabilmiştim. Şimdi ne oldu? Taksim geçecektim.
Meğer adamın gösterdiği teknik sayesinde yapabilmişim. Şimdi kendim deneyince öyle kolay olmadığını anladım. 3-4 gündür deniyorum. Tabii ses çıkarmayı ilk gün başarabildim ama kesik kesik oluyor. Düz bir ses elde edemiyorum henüz. Bir de nefes problemi var. Ulan ne zor şeymiş ney üflemek! İnternette hemen biraz araştırdım. Herkes diyor ki, illa ders alın. Kendi başınıza olacak iş değil. E haliyle öyle tabii ama kim veriyo abicim bu dersleri. Zaten ney üfleyen, bi de bunu doğru düzgün öğretebilecek kaç kişi vardır? Hemen yardım istiyorum ey reader. Bilen varsa bi zahmet....

14 Eylül 2009

günün müziği

Pazartesi sabahı için iyi bir başlangıç. Pek muhterem müzik otoritesi Gökselciğim (ki kendisi Türkiye radyolarının -taa özel kanallardan önce- ilk rock müzik programı yapan insanlarındandır) önermiş. Ben de çok sevdim. Hiç bildik Black Crowes şarkılarına benzemiyor. Disco-hard rock istiyorsanız buyurun....

11 Eylül 2009

rabbime sordum, "samsung" dedi!

Geçen gün elektrikli süpürgemizin (yoksa elektrik süpürgesi mi doğrusu) motoru yanmış. Kendisini alalı 4 yıl kadar oluyor sanırım. Başkan bu müjdeyi verince Koç topluluğuna ve sülalesine saygılarımı! ilettim. Yıllar boyu bizi dandik mallarla kandırdılar. Yok servis ağı yaygınmış, yok ucuzmuş, yok yerli malıymış. Bundan sonra Koç'tan zırnık alanı sevsinler! (Küfürlü yazamıyorum, akraba eş dost okuyo ayıp olur)
Nitekim yeni bir elektrikli süpürge (yazması zor oluyo F klavyede, bundan sonra ES diye anılacaktır) almak icap ettiği için hemen araştırmalara giriştim. Gittim Ankamall'daki bütün mağazaları dolaştım. Kesmedi, geldim internetteki mağazaları da dolaştım. Bitmedi, sağa sola sordum. O da yetmedi, rabbime sordum! Kendisi "Samsung" dedi.
Samsung mağazasındaki çocuk çok ilgilendi. En kıl sorularıma bile sıkılmadan cevap verdi. Gerçi sonlara doğru, "e alacaksan al, almayacaksan s.ktir git" bakışlarını yakalamadım değil ama performansı yine de iyiydi.
İnternette araştırma yaparken forumlara filan bile baktım. İnsanlar şu markanın şu modeli iyi, yok o bi boka yaramaz, şu daha iyi ama bunun da böyle bi falsosu filan var diye yazmış da yazmış. Hatta bi tanesi üşünmemiş, aldığı makinenin testini yapmış. Videolu filan! Sonuçta kafam o kadar karıştı ki, ES alma kararı ölüm kalım kararıymış gibi beni germeye başladı.
Bilginin fazlası insanı deliliğe sürükler!
Biz en son ES aldığımızda (bu üçüncüsü oluyor) teknoloji bu kadar gelişmemişti. Ulan elin adamı neler yapmış arkadaş!

Yok torbalı, yok torbasız, yok cyclone teknolojisi, yok su filtreli, yok hepa, yok cepa... Uzayıp gidiyor. Ulan ES işte ya! Süpürsün, bozulmasın tamamdır! Bir de fiyatları var, aklın durur ey reader! Arkadaş 1,999 TL'ye ES mi olur? Var a.q. Geçen gün bi Uno gördüm. Araba olan Uno. Fiyat yazmışlar cama: 4,000 TL. ES fiyatının üstüne biraz daha koyuyosun, yürüyen bi araba alıyosun yani ey reader. Aklında olsun!
Peki bunca araştırmanın sonunda Samsung'a nasıl kara verdik? Watt, vut, filtre, hepa 12, elektronik kumanda, torba, v.s. gibi kavramları öğrendikten sonra, 50 kadar model bakıp, 20 kadar satış elemanını çıldırttıktan sonra neden Samsun aldık? Çünkü başkan rengini beğendi. "Kırmızı olsun" dedi.

Ben de kıramadım biricik sevdiceğimi. "Üç kuruş fazla olsun kırmızı olsun, sar oğlum" dedim elemana. İşte o an başkan'ın gözleri buğulandı, boynuma sarılıp kulağıma sevgi sözcükleri fısıldadı. Yok lan yok, biz evleneli 7 (yedi) sene oldu ey reader! :)
Not: Yav, aslında ben bu yazıyı bir "faydalı bilgiler series vol.II" olarak düşünmüştüm ama yazı başka yöne kaydı yine. Bi dahaki sefere inşallah ey reader. Ama ES teknolojisindeki son gelişmelerden haberdar olmak isteyen, ES'si bozulmuş yenisini alacak olan, ama bir türlü hangisini alacağını bilemeyen olursa, yazsın bana, engin bilgilerimi paylaşayım.

10 Eylül 2009

alkol kontrol

Polisler amcaya üfletmek istiyorlar ama...!

09 Eylül 2009

hayda bre koçlar-II

Bizim milli takım beni acayip şaşırttı. Litvanya'yı rahat yendikten sonra Bulgaristan'a da fark attılar. Litvanya'yı zar zor yenebilirz diye düşünmüştüm. Bulgaristan'a bu kadar fark atmamızı da hiç beklemiyordum. Şu anda Polonya maçını izliyorum. 4. çeyreğin başında 13 sayı öndeyiz. En zor maç bu olacak diye bekliyordum ama yine beklediğim gibi olmadı. Üç maçı tek tek değerlendirdiğimizde "şu adam tek başına bizi kurtardı" demek çok zor. Zaten kurtarılacak bir maç da olmadı henüz.
İlk maçta, bana göre, her ne kadar fark edilmese de Oğuz süperdi. Bulgaristan maçında Ersan iyiydi. Ama bu maçta beni şaşırtan adam Ender oldu.

İnisiyatif kullanıyor, içeri dalıyor, çıkıyor, süper asistler yapıyor ve çok isabetli şutlar atıyor. Daha önce ona söylediğim sözleri şimdilik geri alıyorum. Bu gece bir de Ömer Aşık çok iyiydi. Ama şu Semih'in artıstliği beni uyuz ediyor. Kendini bulurmaz Hint kumaşı mı sanıyor bu lavuk nedir. Dikkat çekici bir şey de, bu üç maçta Hidayet'in beklediğimiz kadar yıldızlaşmaması oldu. Süslü oynamıyor, bir son saniye basketine filan da ihtiyacımız olmadı şimdiye kadar ama yine de bir NBA yıldızından daha fazlasını bekliyor insan. Psikolojik bir şey belki de. Yalnız ben bunları yazarken bir yandan gözüm TV'de. Sanki Hido beni duydu da, üçlükleri arka arkaya yazmaya başladı.
Neyse, hayırlı olsun grup birinciliğimiz. Umarım Türk gibi başladığımız bu turnuvayı İngiliz gibi bitiririz.
(Bu arada maç 87-69 bitti.)

08 Eylül 2009

hayda bre koçlar

Ortaokuldayken iki kere kolum kırıldı. Biri basketbol aşkım yüzündendi. Varilleri potanın altına koyar, koşup, üzerine basıp zıplayarak smaç yapardık. Bu denemelerin birinde varili tutan taş kaydı. Ben sol kolumun üzerine düştüm. Manzara korkunçtu, gerisi de malum zaten... Hastane, alçı, annemin kolumun halini görünce bayılması filan...
Bunu anlatmamın sebebi, basketbola olan sevgimin büyüklüğünü vurgulamak. Bir zamanlar NBA maçlarını kaçırmadan izleyen, takımları tüm oyuncularıyla sayabilen biriyken, basketbol oynamayan hatta izlemeyen bir adam olup çıkmıştım. (Evde üç tane spalding yatıyor sönük halde) Ama Eurobasket 2009 beni bayağı heyecanlandırdı. Ulan eski günleri hatırladım be! Ve dün gece de oturdum ilk maçı (Türkiye 84-Litvanya 76)izledim. İzlerken de "bu maçın kritiğini bloga yazayım ulan bari" dedim.
Hayatımı -bir şekilde- yazarak kazanıyorum. Ama hiç maç kritiği yazmamıştım. Bu da ilk olsun ey reader!


Son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim de lafı fazla eveleyip gevelemeyim. Bence BİR FUTBOL MAÇI İYİ HÜCUMLA, BASKETBOL MAÇI İYİ SAVUNMAYLA KAZANILIR... Biz Litvanya maçını Oğuz Savaş ve onun süper defansı sayesinde kazandık. Bu maçın MVP'si Oğuz'dur. Semih ve Ömer Aşık faul problemine girince, solucan suratlı Tanjevic Oğuz'u oyuna almak zorunda kaldı. Bu sırada Petrovicius denen yarma bizim defansı dağıtıyordu. Oğuz iri cüssesiyle ilk birkaç mücadeleyi kaybetse de, daha sonra duvarı ördü boyalı alanda. Nitekim Petrovicius Oğuz oyuna girdikten sonra çok etkili olamadı. Litvanya'nin en skorer adamı Petrovicius (21 sayı) bu sayıların çok azını Oğuz'dan sonra atabildi.
Tamam, Hido bi star bizim için, Ersan da baya iyi bi eleman ama maçın kahramanı kesinlikle Oğuz olmalıydı. Bu arada bizim takımın acilen iyi bir guard yetiştirmesi lazım. Türk basketbolunda bir problem bence yıllardır lider bir guard olmaması. Kerem Tunçeri bu işi kotaramıyor. Ender ve Engin de çocuk gibi kalıyor takım içinde. Biri daha dikkatimi çekti dün. Sinan Güler diye bi eleman vardı, ilk kez izledim. Efes'te oynuyomuş. Solak olması biraz dezavantaj ama hızlı bi oyuncu. Dün 6 sayı attı. İyi bir yedek bence takım için. Üçlükleri isabetli gibi.
İsabet diyince hatırladım: dün gece bizi kurtaran şeyin serbest atışlardaki müthiş yüzdemiz olduğunu kimse inkar edemez sanırım. 8 sayı farkla kazandık. Serbest atış istatistiklerimiz de 26'da 23. Yani serbest atışlarda 60% gibi bir istatistikle oynasaydık çok zor kazanırdık.
Sırada Bulgaristan maçı var. Bizim grubun diğer takımı Polonya ile oynadılar ve 12 sayı fark yediler. Hiç izlemedim fakat enteresan bir takım galiba Bulgaristan. Çünkü istatistiklerine baktım Polonya maçının. Adamlar 17 hücum ribaundu almışlar ve ilk maçlardan sonra bu hücum ribaundu istatistiklerinde ilk sıradaki takım. Polonya'nın aldığı 28 savunma ribaundunu düşününce bizim için çok tehlikeli olacaklar gibi geliyor. Yine uzunlarımız Semih ve Ömer faul problemine girebilir eğer ribaund almada sıkıntımız olursa. Ben uyarayım da!
Bu akşamki maç yine NTV'de 22:15'te.

01 Eylül 2009

faydalı bilgiler series vol. I

Evini taşıyacak olanlara bir iyi, bir de kötü haberim var. Önce kötü haberi vereyim: Artık mahalle muhtarınızdan nakil işlemi yaptırmak yerine bağlı olduğunuz (yeni evinizin tabii) ilçe nüfus müdürlüğüne gitmeniz gerekiyor. İyi haber de şu: Artık istediğiniz adreste ikamet edebilirsiniz!
Anlamadınız di mi? Anlatayım o zaman! Hem de bizzat başımdan geçen gerçek bir örnekle...
Nisan ayında Çankaya ilçesinden Yenimahalle ilçesine taşındım. Geçen haftaya kadar nakil işlemini yaptırmamıştım. Hem eski evimin bulunduğu igrenç semte bir daha uğramak istemediğim için, hem de "nasıl olsa bir ara yaparım" diyerek klasik Türk işi erteleme zihniyetinde olduğum için. Geçen hafta "ikametgah il muhaberi" denen saçma belge lazım olunca, gidip nakil işlemini yapayım bari dedim. Demez olaydım.

Çok sıkışık bir zamanda eski mahallemin muhtarına gittim. Derdimi anlattım, bana nakil belgesini verdi. Ama orospu çocuğu muhtar yasanın değiştiğini, ona hiç gelmeme gerek kalmadığını, doğrudan yeni mahallemin bağlı olduğu ilçe nüfus müdürlüğüne gitmem gerektiğini söylemedi. Sırf benden 3 TL (üç lira) almak için. Buradan sülalesine saygılarımı iletiyorum.
Nakil belgesini alıp yeni mahallemin muhtarına gittim. Kaltak muhtar (evet bir kadın muhtar ve kendisine acayip uyuz oldum) bana yeni bir yasa çıktığını (22 nisanda çıkmış) artık bu işlemi kendisinin yapamayacağını, nüfus müdürlüğüne, yeni adresine gelmiş ve adıma düzenlenmiş bir telefon, elektrik, su v.s. faturasıyla birlikte gitmem gerektiğini söyledi. Ama diğer yandan da uyardı beni:

-"Sakın taşınalı çok olduğunu söyleme, geçen hafta taşındım dersin" dedi. (kaltak lafını geri alıyorum)

Bu arada benim adıma hiçbir fatura yok. (Olsa bile taşındıktan hemen sonra fatura gelir mi lan eve) Ayrıca bu yeni yasaya göre, bu işi ben 20 iş günü içinde yapmalıymışım. Aksi halde evdeki kelle başı 322 TL (evet yanlış okumadınız üçyüzyirmiiki teelee) cezası varmış. Toplam 966 yapıyor. (sıpayı da sayarlarsa, ki bizim işgüzar memurlar kesin sayar)

Neyse gittim nüfus müdürlüğüne. Zar zor buldum aq yerini. (İhtiyacı olanlar için söyleyeyim, Yenimahalle nüfus müdürlüğü, Ragıp Tüzün Caddesi 4. duraktaymış. Dandik bir iş hanının içinde iki odalı bir yer) Neyse, girdim içeri. Hafif kalabalık. Gözüme gençten bi eleman kestirdim. (Yaşlı devlet memurlarına sakın bu işlerde bulaşmayın. İşinizi hayatta yaptıramazsınız)

-Selamün aleyküm. (Konjonktüre uyum sağlamak lazım-Makyavelli)
-Aleyküm selam.
-Ya, ben yeni taşındım da X mahallesine. Nakil işi vardı benim.
-Fatura getirdiniz mi adınıza düzenlenmiş?
-Yok, daha yeni taşındım ben. Gelmedi ki fatura filan.
-Bi bakalım. TC kilmik numaranızı alabilir miyim?
-Tabii. (Bu iş oldu sayılır)

Eleman bilgisayar başında birşeyler yaparken, hemen muhabbeti koydum.

-Sizin burası da çok kalabalık oluyormuş. Allah yardım etsin, valla çok zor işiniz!
-Evet abi. (Abi dediyse işlem tamam) Hergün kuyruk oluyo burda. Bugün şansına sakin biraz.
-(Ya sorma çok şanslıyım a.q)
-Efendim abi?
-Yok bişey. Oruçluk yordu galiba. (Makyavelliyi hatırlayın)
-Abi evde başka kimse varsa onların da TC kimlik numaralarını alayım da belgeni vereyim.
-Allah razı olsun kardeş.

Şimdi bende adıma düzenlenmiş fatura filan yok. Sadece eski muhtardan aldığım nakil belgesini gösterdim. (Aynı gün tarihliydi) Yeni adresim de eski muhtardan aldığım nakil belgesinde yazıyordu. (Ama istediğim bir adresi de söyleyebilirdim. Muhtar ben ne dediysem onu yazmıştı çünkü) Sonuçta nüfus naklimi yaptırdım. Bir de üstüne ikametgah il muhaberi denen zımbırtıyı aldım, işim görülmüş oldu. Üstüne de -zaten anlamsız olan- saçma sapan bir cezadan yırttım. Ha bu arada, bu ikametgah il muhaberi (üffff sıkıldım artık şunu yazmaktan) belgesini artık muhtarlar değil, yine nüfus müdürlükleri verecekmiş.

Uzun lafın kısası, bu yeni uygulama suistimale acayip açık bir şey, buradan vatandaşlık görevimi yapıp, devletimi uyarayım dedim.

İsteyen de gitsin istediği adrese nakil yaptırsın.